21 Kasım 2016 Pazartesi

21.11.2016 Hürriyet yazarlarından Çocuklar için


lal gece ( Bir çocuk gelin filmi- Reis Çelik filmi); Berdel ( Atıf Yılmaz filmi)


  • Kaynak: LAL GECE: http://www.beyazperde.com/filmler/film-201707/fragman-19322835/  Henüz ergenliğe girmiş küçük bir kız olan "gelin", uzun yıllar hapis yattıktan sonra memleketi olan köyüne geri dönen ve kendisinden 50 küsur yaş büyük "damada" sorgusuz sualsiz verilir. Başta korkar, ağlar; hatta direnir; başına ne geleceğinden hem habersiz hem de yarım yamalak kulaktan dolma laflar donanmıştır. Gerdek odasında tüm korkusuyla oturan gelin, dedesi yaşındaki damadın odaya adım atmasıyla gerçeklerle yüzleşmeye başlayacaktır...Sinemaya belgesel filmlerle adım atan ve Işıklar Sönmesin filmi ile ilk kurmaca uzun metrajlı işine imza atan yönetmen ve senarist Reis Çelik'in son filmi Lal Gece, Türkiye'nin kanayan yaralarından biri olan "çocuk gelinler" dramını gerçek bir öyküden yola çıkarak beyazperdeye taşıyor. Çelik'in diğer filmlerinde de koruduğu gerçekçi ve toplumsalcı bakış çizgisi, bu yapımda da farklı bir bakış açısı ile seyirci karşısına çıkıyor. Baş rollerde ise İlyas Salman ve Dilan Aksüt yer alıyor.

  • Kaynak: BERDEL Özeti  http://www.beyazperde.com/filmler/film-213413/
    Ömer Ağa ve karısı Hanım üst üste defalarca denemelerine rağmen bir erkek çocuğuna sahip olamamışlardır. İçerisinde yaşadıkları dönem ve toplum nedeniyle bir erkek çocuğu doğurtup soyunu devam ettirmek zorunda olan Ömer Ağa karısına son derece bağlı olmasına rağmen sırf erkek çocuk amacıyla karısının üstüne kuma getirmeye karar verir. Fakat başlık parası için biçilen parayı denkleştiremeyen Ömer çareyi berdel adetine başvurmakta bulur. Ömer, henüz 15 yaşındaki kızını kuma aldığı kızın babasına vererek büyük bir drama sebebiyet verecektir. Yönetmen koltuğunda Atıf Yılmaz'ı gördüğümüz film sinemamızın toplumsal gerçekçilik alanında en önemli yapıtlarından biridir.  

çocuk gelin haritası

Meclis Genel Kurulunda kabul edilen cinsel istismar cezalarına erteleme düzenlemesiyle yeniden tartışılan çocuk gelinler konusunda Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) oransal harita çıkardı. Çocuk gelin oranı en yüksek 10 şehir belli oldu: Kilis, Kars, Ağrı, Muş, Niğde, Bitlis, Kahramanmaraş, Aksaray, Gaziantep, Yozgat.

TÜİK’in 2015 verilerine göre 2015’te toplam 602 bin 982 resmi evlilikten 31 bin 337’sinde 16-17 yaşındaki kız çocukları gelin oldu. Bu sayı, toplam evliliklerin yüzde 5,2’sine denk geliyor. İllerin içindeki evlilik oranlarında çocuk yaşta evliliğin en yükkek olduğu şehir yüzde 15,3 oranıyla Kilis. Bu ili yüzde 15,2 ile Kars, yüzde 15,1 ile Ağrı, yüzde 14,4 ile Muş, yüzde 13,7 ile Niğde, yüzde 12,7 ile Bitlis, yüzde 12,5 ile Kahramanmaraş, yüzde 12,1 ile Aksaray, yüzde 11,8 ile Gaziantep ve yüzde 11,5 ile Yozgat izliyor.
http://www.hurriyet.com.tr/iste-cocuk-gelin-haritasi-40283867?_sgm_source=40283867&_sgm_campaign=scn_a0046116293a0000&_sgm_action=click

'Oyun oynuyordum meğer düğünüm varmış'



20 Kasım 2016 Pazar

Çocuk ihmali ve istismarı ( Hayırlı Salı- Suay Karaman )

http://www.ilk-kursun.com/haber/283065/suay-karaman-hayirli-sali/

HAYIRLI SALI

Suay Karaman       

17 Kasım 2016 Perşembe günü TBMM Genel Kurulu’nda görüşülen “Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın geçici 1. maddesine son dakikada AKP milletvekilleri tarafından ilave edilen ve cinsel istismarcıların, mağdurları ile evlenmeleri halinde cezanın ertelenmesini sağlayan bir önerge verildi. Yapılan açık oylamada 184 oyu bulamayan bu önerge, 22 Kasım 2016 Salı günü TBMM Genel Kurulu’nda tekrar görüşülecek. 

Kanunun Geçici 1. maddesine eklenen fıkra şöyledir: “cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın 16/11/2016 tarihine kadar işlenen cinsel istismar suçunda, mağdurla failin evlenmesi durumunda, Ceza Muhakemesi Kanununun 231. maddesindeki koşullara bakılmaksızın hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, hüküm verilmiş ise cezanın infazının ertelenmesine karar verilir. Zamanaşımı süresi içinde evliliğin, failin kusuruyla sona ermesi halinde fail hakkındaki hüküm açıklanır veya cezanın infazına devam olunur. Bu fıkra uyarınca fail hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına veya cezanın infazının ertelenmesine karar verilmesi durumunda, suça azmettiren veya işlenişine yardım edenler hakkında kamu davasının düşmesine veya infazın ortadan kaldırılmasına karar verilir.” Bu önergeyi veren Hatay Milletvekili Hacı Bayram Türkoğlu, İstanbul Milletvekili Halis Dalkılıç, İstanbul Milletvekili Mehmet Muş, Kırıkkale Milletvekili Ramazan Can, Kocaeli Milletvekili İlyas Şeker ile Osmaniye Milletvekili Mücahit Durmuşoğlu’nun kendi ailelerindeki kız çocuklarını düşünmedikleri bellidir. 

Gelen tepkiler üzerine Adalet Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada “düzenlemenin mağdurların taleplerini karşılamak suretiyle esasında bu sorumluluğun gereğini yerine getiren, sorunu çözen ve bu sorundan kaynaklı mağduriyetleri ortadan kaldıracağı” iddia edildi. Konu hakkında konuşan Adalet Bakanı ise çocuğa tecavüzü “küçüğün rızası” diyerek skandal açıklamalarına bir yenisini daha ekledi. Şimdi bu imam bakana sormak gerek hangi “rıza”? 2016 yılında Gaziantep’te tecavüz edilen 9 aylık bebekteki rıza mı? 2002 yılında Mardin’de 13 yaşındaki küçük kız, 26 kişinin tecavüzüne uğrarken var olduğu savunulan türden bir rıza mı?

’Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikahını düşürür mü’ sorusuna, “haramlık oluşturmaz” yanıtını veren Din İşleri Yüksek Kurulu Fetva Hattı, bütün bu rezilliklerin baş sorumlularındandır. Çocuklara yönelik tecavüz ve cinsel istismar ülkemizde basına yansıma oranından  çok daha fazla ve yaygın bir sorundur. Diyanet, her gün  yeni  bir şehvet ve tahrik fetvası  vererek  sanki bu  tecavüzleri yaygınlaştırma yarışına  girmektedir. Siyasi iktidarın suç ve suçluyu ortaya çıkarması, suçu işleyene hak ettiği cezayı vermesi gerekir. Aksine mağduru  cezalandırıp, suçluyu bir şekilde koruyup kolluyorsa, çürümüş ikiyüzlü ahlak anlayışının kokuşmuşluğu artık gizlenememektedir. Her fırsatta kadının emeği ve vücudu üzerinden uyguladığı politikalarla kadını eve hapsetmek isteyen siyasi iktidardan kadın ve kadın hakları ile ilgili olumlu bir şey beklenemez.

Ailelerin dokunmaya kıyamadığı güzel çiçeklerine bir ahlaksız el gelip, el sürecektir ve sonra bu sapıklarla evlendirilecektir. İslamiyet’te “çocuk evliliğine izin var” diyenlere yanıt verecek aklı başında bir din adamı, bir akademisyen yok mudur? Bu önergenin yasalaşması durumunda ortaya çıkacak sorular için Diyanet nasıl bir yol izleyecektir? Kendi karısına tecavüz edenler nikah mi tazeleyecektir? Kendi kızına, kız kardeşine, yakın aile bireylerine tecavüz edenler ne olacaktır? Evliyken tecavüz edenler, çok eşli modele mi geçecektir? Ortada birden fazla tecavüzcü varsa, kimin evleneceği kura ile mi belirlenecektir, diğer tecavüzcüler ne olacaktır? Erkek çocuklarına tecavüz edenler yine evlenecek mi, erkek erkeğe evlilikler gerçekleşecek mi? Kediye, köpeğe, kaza, ördeğe, ata, eşeğe, hatta damacanadan, kapı deliğine kadar tecavüz etmeye kalkan ve edenler için nasıl bir düzenleme getireceklerdir?

18 yaşını doldurmamış kişiye alkol ve sigara satışı yasaklanırken, 18 yaşını doldurmamış kişinin bara gidecek olgunluğa erişmediği söylenirken, 12-13 yaşındaki çocuğun bir adamın yatağına girmesinde sakınca görmeyen devlet anlayışı demokrasilerde olmaz, ancak AKP’nin “ileri demokrasi”sinde olabilir.

Anayasanın 41. maddesinde “Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır” denilirken, bu düzenlemenin mantıksızlığı ortadadır. Türkiye’de her üç çocuktan biri cinsel istismara maruz kalmaktadır. Bir yılda adliyeye taşınan çocuğa yönelik cinsel istismar sayısı 16 bin 957 olmuştur. Yargıya taşınan istismar olaylarından 13 bin 968 mahkumiyet kararı çıkmıştır. Üstelik bu istismar %75 oranında çocuğun veya ailenin tanıdığı biri tarafından gerçekleştirilmektedir. 

Böyle mağduriyet giderme olmaz, böyle af hiç olmaz. Namusunu korumak için cinayet işleyen kadınlara af gelmiyor ama çocukları kendilerine karı yapan adamlara af geliyorsa, adaletten söz edilemez. Bu sapık ruhlu insanlarla aynı ülkede yaşamaktan ve aynı havayı solumaktan utanç duymak için haklı nedenlerimiz vardır.

Bu yapılanlarla, ülkemizi iyice rezilleştirenlerin ve yaşanmaz duruma getirenlerin demokrasi adını ağızlarına almamaları gerekir. 1934 yılında Avrupa ülkelerinden bile önce kadına seçme ve seçilme hakkı veren Atatürk’ün meclisinden, “ileri demokrasisi” ile kadını tecavüzcüsüyle evlendirmek isteyen sapıkların doluştuğu bir meclise dönüşüm, geldiğimiz karanlık durumun özetidir.

Özellikle sapık ruhlu bu dinciler hep hayırlı Cuma derler, bu kez hayırlı Salı gerekecek ülkemize. Çünkü 22 Kasım 2016 Salı günü bu önerge yeniden oylanacaktır. Bu hayırsız sapıklardan, hayır beklenemez ama ortaya çıkan tepkiler üzerine şimdilik geri adım atabilirler. Hayırlı Salı günü büyük eylemler yapılarak, bu sapık zihniyetin verdiği önergenin kabul edilmemesi sağlanmalıdır. Her durumda örgütlenip, safları sıklaştırmakta sayısız yararlar bulunmaktadır.

İlk Kurşun Gazetesi, 21 Kasım 2016.

18 Kasım 2016 Cuma

cinsel istismarı





Türk Ceza Kanunu'nda, cinsel istismar suçunda mağdur ile failin evlenmesi halinde fail hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması veya cezanın ertelenmesine imkan veren düzenlemeyle ilgili olarak MHP ne yapacağını açıkladı.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin Başdanışmanı ve Kadın Kolları Genel Koordinatörü Nevin Taşlıçay, her gün tecavüzcüye bir kolaylık sağlandığını, kaç yaşında çocukla evlenebileceğini beyan eden zihniyetin televizyonlarda boy gösterdiğini, dışardaki binlerce sapığın arasına hapisteki 4 bin hastalıklı zihniyetin daha gönderildiği belirtilerek tecavüzcüsü serbest bırakıldığı için intihar eden çocukları anımsattı. "GÜN GEÇMİYOR Kİ TECAVÜZCÜYE KOLAYLIK SAĞLANMASIN"
Taşlıçay, yaptığı açıklamada düzenlemeye neden itiraz ettiklerini şöyle anlattı: "Gün geçmiyor ki tacizciye-tecavüzcüye bir kolaylık sağlanmasın bu ülkede. Gün geçmiyor ki, kaç yaşında çocukla evlenilebileceği beyanında bulunan zihniyet televizyonlarda boy göstermesin. Bir tarafta kadına şiddet diğer tarafta çocuk istismarı. Şimdi ise başka bir trajedi. Sanki binlerce taciz, tecavüz vak'ası engellenebilmiş gibi dışarıdaki binlerce sapığın arasına hapiste olan 4.000 hastalıklı zihniyeti daha gönderiyoruz. Bu ne mi demek? Kadınıyla, genciyle, yaşlısıyla, çocuğuyla az tedirgin yaşıyorduk, biraz daha tedirgin yaşamayı öğrenin demek.

TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu üyesi CHP Afyonkarahisar Milletvekili Burcu Köksal, "Eğer, gerçekten o 4 bin kişi iddia ettikleri gibi mağdursa, bunlarla ilgili hakkaniyetli bir ceza düzenlemesi yapılabilir ama bunun yolu dün akşamki gibi bir önerge vermek değil. Bunun yolu hakim ve savcıların somut olayın özelliklerine göre değerlendirme yapmasından geçiyor" dedi.Başbakan Binali Yıldırım, cinsel istismar düzenlemesiyle ilgili "Olay şudur, yaşı tutmayan, erken yaşta evlenenler var. Bilmiyorlar yasaları. Dolayısıyla çocukları oluyor, baba hapse giriyor, çocuklar anasıyla yalnız başına kalıyor. Bu şekilde 3 bin aile olduğu tespit edildi. Mağduriyetin giderilmesi için yapılan düzenlemeyi CHP ucuz istismar aracı olarak kullanmaya çalıştı. Bu bir tecavüze af değil" dedi.

Başbakan Binali Yıldırım, Ankara’da cuma namazı sonrası gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını yanıtladı. AK Parti’nin MHP’ye sunduğu anayasa paketinde, cumhurbaşkanının yemin metninin değiştirildiği yönündeki iddialar sorulan Yıldırım, "Bu doğru değil. Yemin metniyle ilgili herhangi bir sorun yok. Sadece okunuşuyla ilgili biraz zorluklar var. Okurken milletvekilleri zorlanıyorlar. O düzeltiliyor. Onun dışında anlamı değiştirecek hiçbir şey yok. Kocaman bir yalan" diye yanıt verdi.

15 Kasım 2016 Salı

İnsan hakları filozofu Kuçuradi ( deneme )

Kaynak: http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/insan-haklari-filozofu-kucuradi-434831

İnsan hakları filozofu Kuçuradi

35. İstanbul Kitap Fuarı, bu kez felsefeyi odağına alıyor. Fuarın bu yılki onur yazarı bütün felsefe eğitimini Türkiye’de görmüş, Cumhuriyet’in olanaklarıyla yetişmiş ilk Türk filozofu Prof. İoanna Kuçuradi. Kuçuradi felsefesini öğrencisi Yücel Kayıran ya

11.11.2016 06:00

Türkiye’de gelişen felsefenin neden Batı’da, söz gelimi Fransa’da gelişen türden bir felsefe olmadığı, yani bir muhalefet durumunun felsefisi olmadığı belki de üzerinde durulması gereken bir sorudur. Söz konusu olan Ioanna Kuçuradi olduğunda bu vaz geçilmez bir soru da olabilir.
Ioanna Kuçuradi, günümüzün modern filozoflarından çok bir antik çağ filozofu gibidir. Bu yargıyı, Aristoteles’e getirdiği özgün yorumdan hareketle ya da Aristoteles’i ona uygun bir tarzda okumasından hareketle söylemiyorum. Aristoteles’i Aristoteles’e göre okuması da zaten sözünü ettiğim onun bu özelliğinden dolayıdır. Bu özelliği, çok daha genel bir yerde, felsefenin Yeniçağda modern bir tarzda yeniden kuruluşunun bir özelliğinde aramamız gerekir. Rene Descartes’dan başlayıp Immanuel Kant, Freiedrich Hegel’den geçip Matin Heidegger’e gelen süreçte, kendi çağının bir okuması olduğu denli aynı zamanda antikçağ Yunan filozoflarıyla bir konuşma biçimi olarak da ortaya çıkmıştır. Sözgelimi Hegel Platon’la, Heidegger Aristoteles’le konuşur. Bu durum, felsefenin kendisini, başlangıca göre, başlangıçtaki filozofları gözden yitirmeden, kendi konumunu onlara göre ayarlayarak kendini inşa ettiği biçiminde yorumlanabileceği gibi, her özgün filozofun, felsefenin ortaya çıktığı başlangıcı kendisine muhatap aldığı biçiminde yorumlanabilir. Ama sözünü ettiğim bu durum, modern felsefenin bir tür meşruluk ırası olarak ortaya çıkar. Başka bir deyişle her yeni felsefe meşruluğunu, ancak başlangıçtan alır.

“Kuçuradi, modern filozoflardan çok bir antik çağ filozofu gibidir” derken, kastettiğim sadece bu felsefi meşruluk ırası değil, bundan daha fazlası olarak filozofun kendisini bir antik çağ filozofu olarak kurmuş olmasıdır. Bunun en belirgin özelliklerinden biri, Kuçuradi’nin kendi felsefesini, tıpkı antik Yunan filozofları gibi, polemik üzerinden değil ayrı zemininde kurmuş olmasıdır. Modern felsefe yeni çağdan itibaren kendisini polemik zemininde kuran bir felsefe olagelmiştir. Bunun nedeni bana göre, modern felsefenin kendisini, devletin varlık alanı dışında, ona mesafeli durarak, bir sivil toplum alanında, bir muhalif düzlemde kurmuş olmasından kaynaklanır.

Descartes, ‘Yöntem Üzerine Söylem’de, “Sağduyu dünyada en iyi paylaştırılan şeydir; tüm insanlarda doğal olarak eşittir” derken; ya da Kant, ‘Aydınlanma Nedir?’de aydınlanmanın özgürlüğü gerektirdiği ve bu özgürlüğün de aklı, ‘kitlenin önünde apaçık kullanmak özgürlüğü’ olduğunu söylerken, felsefenin devletin varlığı dışında bir başka alanda, kamusal ve sivil alanda inşa etme mücadelesini vermektedir aslında. Antik Yunan filozofları ile modernçağ filozofları arasındaki temel fark da burada ortaya çıkar. Antik Yunan filozoflarının, Platon’un ya da Aristoteles’in karşısında sistemli bir devamlılık şeklinde vücuda gelen bir devlet yoktu; bir devletin inşası üzerine kafa yormuşlar ise bu nedenledir; modern çağ filozoflarının karşısında ise kraliyet biçiminde devamlılık gösteren bir devlet vardı. (Bu süreç, Reinhart Koselleck’in ifadesiyle söylersek, “Kralın devrim mahkemesine çıkarılmasıyla” sona erecektir.)

Dolayısıyla yukarıda, Kuçuradi için, “Onun ayırıcı özelliği, kendisini bir antik çağ filozofu olarak kurmuş olmasındadır” derken kastettiğim tam olarak, bu ayrımda ortaya çıkan bir noktadır. Kuçuradi’nin felsefesi, ne sivil ve kamusal alanda vücut bulan bir muhalefet düzleminin felsefesi ne de devletin varlığına karşı çıkan bir felsefedir; tam tersine devletin varlığını gerekli gören, devletin olanaklılığını gerektiren bir zeminde vücut bulan bir felsefedir. Devletçi bir felsefe, devletin sözcüsü olan bir felsefe değil, devletin insan hakları temelinde kurulması gerektiğini söyleyen bir felsefe. Antik Yunan filozoflarının yaşadığı dönemde nasıl monarşik bir devlet yok idiyse, Kuçuradi de monarşik devletin yıkıldığı ama modern ulus-devletin de kurumsal bir bütün olarak henüz kuruluş döneminin bir filozofu olduğunu gözden yitirmeyelim. Marx’tan Althusser’e, Gramsci’den  Foucault’ya monarşi sonrası modern kapitalist devletin entrikasını, yalan ve hilesini analiz eden gerçekçi romantik filozoflardan çok, Syrakusa’ya giden Platon’unkine benzer ideal bir realizm vardır Kuçuradi’de.

İoanna Kuçuradi, sadece antik çağ filozoflarıyla değil, modern çağ filozoflarıyla da konuşma halinde olan bir filozof olmuştur. Ama polemik üzerinden değil, benzerlik ve problemde ortaklık üzerinden. Kuşkusuz bir filozofun, başlangıçla konuşmasından farklı olarak modern çağın bir filozofuyla konuşması, biçim bakımından bir konuşma değil içerik bakımından bir konuşma olup, kendi felsefi problemi temelinde bir diyalog tarzını dile getirir. Nitekim Kuçuradi’nin ‘Nietzsche ve İnsan’ ile ‘Schopenhauer ve İnsan’ adlı kitapları, bu türeden bir diyaloğun eserleridir. Kuçuradi’nin temel yapıtları irdelenirse onun aynı zamanda yer yer Albert Camus ile de diyalog halinde olduğu görülür.

Tanzimat’tan günümüze, Cumhuriyet dönemi felsefeci ve düşünürleri ayırıcı felsefi eğitimlerini bir şekilde Batı’da göregelmişlerdir; lisansüstü ve doktora çalışmaları genellikle Batı kaynaklıdır. İoanna Kuçuradi, bütün felsefe eğitimini Türkiye’de görmüş, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin eğitim olanaklarıyla yetişmiş ilk Türk filozoftur. Kuçuradi, İstanbul Üniversitesi’nden mezun olmuş, doktora çalışmasını bu üniversitede tamamlamış olup Takiyettin Mengüşoğlu’nun öğrencisidir. Ama belki de daha önemlisi, doktoradan sonraki çalışma yaşamında, gerek iş yaşamını ve gerekse felsefesini kendi başına inşa etmiş olmasıdır.

Kuçuradi felsefesinin üçlü bir sacayağından söz etmek mümkündür; insan, etik ve insan hakları. İnsan hakları kavramı, temelde, devletle bağlantılı olup, devletin ne türden bir devlet olması gerektiğini dile getirir. Bu bağlamda, Kuçuradi’ye göre, devlet, insan haklarına saygılı bir devlet değil, tam tersine insan haklarına dayanan bir devlet olmalıdır. Çünkü “Devlet kendi başına bir varlık” değil, insanların kurduğu hukuksal bir kurumdur ve insanlardan bağımsız olamaz.” Dolayısıyla temelini tarihsel koşullarda değil, insanın varlık koşullarında bulur.

Kuçuradi’nin etik felsefesi ise insanlararası ilişkiye özgü olanı dile getirmesi bakımından toplumla alakalı bir felsefedir. İnsanlararası ilişkiler, değer biçme ve değer atfetmeye değil, doğru değerlendirmeye dayalı bir ilişki biçimi olması gerekir. Kuçuradi’nin felsefeye en önemli katkılarından biri, etik ile insan hakları düşüncesini birbirinden ayırmış olmasında ortaya çıkar. Kuçuradi’nin etiği, kötülük probleminden insan hakları sorununa kadar bir siyaset felsefesi alanını içermiyor ise, bunun nedeni onun, etik ile insan hakları düşüncesini birbirinden ayırmış olmasından kaynaklanır. Kuçuradi’ye göre etik, Ortaçağ’ını yaşamaktadır.
Bu iki görüşünün temelinde yer alan insan görüşü ise insanı, insan tasarımlarına göre değil, insanın neliğine göre anlamamız gerektiğini ifade eden insan felsefesidir.

Kuçuradi’nin ayırıcı özelliklerinden biri de felsefesini bilgisel temelde kurmuş olmasıdır. Öznenin bir tür bağlanışını dile getiren inanç yargılarından bağımsız olarak bilgi yargısı, nesnenin bir durumunu dile getiren bir yargıdır. Başka bir deyişle bilgi yargısı, nesnesi olan bir yargıdır. Dolayısıyla ona göre, felsefi bilgi, nesnesi olan bir bilgidir. Kuçuradi’nin felsefesi, görüş ve yaklaşım üreten bir felsefeden çok, bilgi üreten, bil temelinde ayrımlar yapan bir felsefedir. Dolayısıyla ona göre asıl olan, bilgisel temellendirmedir.

‘İnsan ve Değerleri’ ile ‘Etik’ adlı kitaplarını, Kuçuradi’nin temel felsefi yapıtları olarak değerlendirmek gerekir. Ben, felsefeyle ilgili okura, Kuçuradi’nin, özellikle şu üç kitabını, ‘Çağın Olayları Arasında, ‘Uludağ Konuşmaları - Özgürlük, Ahlak, Kültür Kavramları’ ve ‘İnsan Hakları: Kavramları ve Sorunları’ adlı kitaplarını salık vereceğim.
‘Schopenhauer ve İnsan’ın ilk sayfalarında yer alan şu epigrafiyi de alıntılamadan edemeyeceğim: “Bağımsız yargılarda bulunmak pek azlarının ayrıcalığıdır: Diğerlerini otorite ve örnek yönetir. Başkasının gözüyle görürler, başkasının kulağıyla dinlerler”, “Kulağı olan duysun.”
‘Gözünü’, ‘kulağını’ yitirmiş insanların zamanında yaşıyoruz.
Kuçuradi, bizim için felsefenin beyaz saçlı prensesidir.

İOANNA KUÇURADİ KİTAPLIĞI
İnsan ve Değerleri, Türkiye Felsefe Kurumu
Etik, Türkiye Felsefe Kurumu
İnsan Hakları: Kavramları ve Sorunları, Türkiye Felsefe Kurumu
Çağın Olayları Arasında, Tarihçi Kitabevi
Schopenhauer ve İnsan, Türkiye Felsefe Kurumu
‘Nietzsche ve İnsan’, Türkiye Felsefe Kurumu
Sanata Felsefeyle Bakmak, Türkiye Felsefe Kurumu
Türkiye’de ve Dünya’da İnsan Hakları (Bülent Peker’le birlikte), Türkiye Felsefe Kurumu
İnsan Haklarına Yönelik Tehditler (derleme), Türkiye Felsefe Kurumu

İonna Kuçuradi: Önce insan hakları (makale )



14 Kasım 2016 09:28

İonna Kuçuradi: Önce insan hakları

Kuçuradi, başkanlık sisteminden önce 'insan haklarının korunması için ne gibi anayasal kanunlar gerekli' sorularının tartışılması gerektiğini söyledi.  
Serpil İLGÜN / Evrensel -  Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı ve Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. İonna Kuçuradi, bu yıl 35. düzenlenen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da sayılı kadın filozoflardan biri olarak kabul edilen İonna Kuçuradi ile ana teması ‘Felsefe ve İnsan’ olarak belirlenen fuar vesilesiyle görüştük.Kuçuradi, felsefenin eğitim sistemindeki yeri, OHAL ilanıyla birlikte her alanda yoğunlaşan baskı ve şiddet iklimi ve başkanlık tartışmalarına nasıl baktığı başlıklarındaki sorularımızı mail üzerinden yanıtladı. Değer, etik, insan felsefesi başlıklarındaki üretimleriyle tanınan Kuçuradi’ye göre başkanlık sistemi gibi tartışmalardan önce “Ülkemizin koşullarında bazı insan haklarının korunması için ne gibi anayasal kanunlar gerekli?” gibi soruları tartışmalıyız.Teması ‘Felsefe ve İnsan’ olarak belirlenen 35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın ‘Onur Yazarı’ olarak seçildiniz. Bu seçimin sizde uyandırdığı duyguyla başlayalım. Ne hissetiniz?Bana bir sürpriz oldu. Bu fuar, felsefe bilgisine dayanarak gerçekliğe bakmanın ne işe yaradığına çok sayıda insanın dikkatini çekmeye bir imkan sağlıyor. Bunun sonucu ne olur, bilemem. Ama dilerim ki, bu bakışın yaygınlaşabilmesine yarayacak, daha uzun ve geniş soluklu bazı programların yapılmasına bir vesile olsun.“Felsefe bilgisine dayanarak olan bitene bakmak”tan kastettiğim, açıklığa kavuşturulmuş kavramlarla -bu kavramlar insan hakları kavramları olabilir, terör kavramı vb. olabilir- ve değer bilgisiyle bakmaktır. Bu, olan bitenlerin ve yapılanların adını doğru koymaya ve buna göre çözümler üretmeye götürür. Bu gibi nedenlerle, 35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarının “Felsefe ve İnsan” konusuna ayrılmasına ve -pek tabii ki- “onur yazarı” seçilmeme sevindim.FELSEFE BAĞLANTILARI GÖRMEYE YARDIMCI OLURAltını çizmek bakımından, felsefe neden önemlidir? Felsefe olmazsa, örneğin ‘matematikte çok iyi olmak’ neden yeterli olmaz?Felsefe bilgisinin ve doğru-dürüst yapıldığında felsefe eğitiminin önemi, önemli ölçüde bize sağladığı bakma ve görme imkânlarından kaynaklanıyor. Ama bu imkanları göstermek için, bunları gören ve başkalarına gösterebilen kişiler –öğretmenler- gerekli. Bunlardan sadece bir ikisine örnek vereyim ve sizin “Matematikte çok iyi olmak neden yeterli değil?” sorunuzdan başlayayım: Matematikçi değilim, ama benim görebildiğim kadarıyla matematik, bir tür mantık ilişkilerini -kavramlar ve önermeler arası ilişkileri- doğru kurmayı öğretiyor. Bunlar biçimsel ilişkilerdir, içerik ilişkileri/bağlantıları değil.Bu tür ilişkileri doğru bir şekilde kurmak -akıl yürütmek- yaşamda çok önemlidir, ama gerçeklikteki ilişkileri/bağlantıları görmeyi sağlamıyor. Olan ilişkileri/varlıksal ilişkileri görmenin yolları başkadır. Felsefe bilgisi ve felsefe eğitimi -mantığın ötesinde- yaşadıklarımızla olan bağlantıları görmeye yardımcı oluyor. Bir olayı açıklamak, hele doğru açıklamak, başka olaylar ve eylemlerle bağlantılarını görmeyi gerektiriyor. Felsefe bilgisinin sağladığı başka şeyler arasında, olan bağlantıları görmeye de yardımcı oluyor, böylece bağlantı “uydurmak”tan sakınmak mümkün oluyor.Felsefenin giderek Türk eğitim sisteminin ‘olmazsa olmazlarından biri’ değil de ‘olmasa da olur’ kategorisinde ele alınmasının, adeta değersizleştirilmesinin nasıl bir izahı olabilir? Neden din dersleri ilkokullardan başlayarak zorunlu hale getirilirken, felsefe giderek ‘seçmeli ders’ sınıfına dahil ediliyor?Benim bildiğim -eğer son zamanlarda benim bilmediğim bir değişiklik olmadıysa- felsefe dersi bütün liseler için zorunlu bir derstir. “Din Kültürü ve Ahlak” dersi de zorunludur, şu anda zorunlu hale getirilmiş değil.Felsefe dersleri ile din derslerini bu şekilde karşı karşıya getirmemek gerekir. Bu derslerden nelerin beklendiğini -nelerin beklenmesinin uygun olduğunu- bilmek ve ona göre programdaki yerlerini belirlemek gerekir. Ama korkarım ki, felsefe bilgisinin kişilere ne sağladığını -neleri sağlaması beklendiğini- pek çok insan bilmiyor. Belki de bunun için, felsefe eğitiminden beklenebilecek kazanımlar matematik derslerinden ve din derslerinden bekleniyor.
BAZI ‘TRENDLER’ ANTİKÇAĞDAN ORTAÇAĞA GEÇİŞİ ÇAĞRIŞTIRIYOR
Şu öneri/çağrıyı sıklıkla dile getiriyorsunuz: Okullarda felsefe öğretsek, 20 yıl sonra farklı bir Türkiye olur! Peki ya öğretmezsek? Bizi nasıl bir kuraklık bekliyor?Bilgisel bir insan başarısı olarak felsefenin, sağladığı bilgiyle açtığı görme imkanlarını ve amacına ulaştırabilecek şekilde gerçekleştirilen felsefe eğitiminin kişilere kazandırdıklarını biliyorsanız; bu eğitimi yapabilecek öğretmenlerle onu gerçekleştirmeye çalışırsanız, nelerin olabileceğini az buçuk kestirmek mümkün. Ama bunları yapmazsak?
Ne yapılacağını bilmeden bir öneride bulunmak mümkün değil. Ancak çağımızla ilgili olarak şu kadarını söyleyebilirim: Çağımızda yaygınlaşan bazı ‘trendler’ bana Antikçağdan Ortaçağa geçiş döneminin bazı özelliklerini çağrıştırıyor.
Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra OHAL ilanıyla birlikte artırılan ve gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, siyasetçilerin de ‘terör’ şemsiyesi altına sığdırılan suçlamalarla tutuklandığı günlerden geçmekteyiz. Bir bilim insanı, filozof olarak yaşananları siz nasıl okuyorsunuz? ‘Terör’ kavramı, baskı iklimini meşrulaştırmada önemli bir işlev görüyor. Bir yandan da bu iklimi kıracak, ülkeyi feraha çıkaracak çareler de aranmakta. Feraha çıkmak, nasıl bir yol ve yöntem izlenirse mümkün olur?
Terör, ülkemizin ve günümüz dünyasının baş belasıdır. Terörle başa çıkmanın en etkili yolu, insanların terörist olmamalarını sağlamaktır. Bunun için kısa vadeli önlemlerin yanında uzun vadeli önlemler de almak gerekir. Bu önlemler de en başta eğitimde alınacak önlemlerdir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin önsözündeki bir cümlede “Korku ve yoksunluktan kurtulmuş bir dünya istiyorsanız, bildirgenin dediklerini yerine getirmeniz gerekir” diyor. Korkunun “dağları yerinden oynattığını” unutmayalım. Dünyamızı cennete dönüştüreceğimizi düşünmeden, bazı uzun vadeli önlemler almak ve bunları kesintisiz gerçekleştirmek gerekir. Bunların başında eğitimde yapmamız gereken değişiklikler var.
Eğitilen insanların öğrenmeleri gereken başlıca şeylerden biri: kişilerin kendilerini tutmalarını -kendilerine hakim olmayı- öğrenmektir. Aksi takdirde, kişiler ne iş yaparsa yapsınlar, “etkilere tepkiler”le karşılık verirler. Ondan sonra da, olan bitenlere değer bilgisiyle ve insan hakları bilgisiyle bakabilmeyi öğrenmelerine yardımcı olmak işe yarayabilir.
Bu söylediklerimin çok genel şeyler olduğunun farkındayım. Bunları öğretmenin de -karşımızdakilerin farklı özelliklerine göre- farklı yolları olabilir. Bu yolların ise reçetesi yoktur.
DEMOKRASİ ÜZERİNE İYİCE DÜŞÜNMELİYİZ
Şu günlerin sıcak tartışma başlıklarından biri olan başkanlık sistemine yaklaşımınızı da öğrenmek isteriz. “Yönetimlerin insan haklarına dayanması” ilkesinin altını sıklıkla çizen biri olarak, tek adam sistemine dayalı bir başkanlık sisteminde insan haklarının geleceğini nasıl görürsünüz?
Başkanlık sistemi tartışmaları gündemimizi kaplamıştır. Ama bana sorarsanız, ilk önce “Anayasaya insan haklarını -adlarından öte- nasıl yerleştireceğiz?”
“Ülkemizin koşullarında bazı insan haklarının korunması için ne gibi anayasal kanunlar gerekli?”gibi soruları tartışmak ve bunlarla ilgili olarak alınan kararlardan sonra, “Ülkemizin koşullarında bunları kapsayan bir anayasa hangi sistemde daha iyi işler?” sorusunu sormak ve önyargısız cevaplandırmak uygun olur.
Ayrıca, çoğumuzun aşık olduğu “demokrasi” üzerinde de iyice düşünmek uygun olur
.

Makale: Çocuk haklarına "insan hakları-temelli” bir yaklaşım (Çiğdem ÇIMRIN )

Kaynak: http://t24.com.tr/haber/cocuk-haklarina-insan-haklari-temelli-bir-yaklasim,370285

Çocuk haklarına "insan hakları-temelli” bir yaklaşım

Çiğdem ÇIMRIN[1]

"Tüm Suriyeli çocukların yüzde kaçının çalıştığının resmi merciiler tarafından ortaya konulması çocuk işçiliğiyle mücadeleyi kolaylaştıracaktır"  

Konuya “İnsan hakkı nedir?” sorusuyla başlamak gerekir: En basit cevap sanırım insanın insana yakışır bir şekilde yaşama ve davranılma hakkı olduğudur. Birleşmiş Milletler tarafından 1948 yılında kabul edilen Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi (EİHB) insan haklarının hangi din veya ırktan olduğu önemli olmaksızın zengine ve fakire, güçlüye ve zayıfa, erkeğe ve kadına, erişkine ve çocuğa eşit bir şekilde davranılması zorunluluğunu ortaya koymaktadır.  Gerçekten de EİHB’de belirtildiği gibi insan hakları her yaş grubu için söz konusudur; dolayısıyla, çocuklar da erişkinlerin sahip olduğu insan haklarına sahiptirler[2]. Ancak, çocukların durumu erişkinlere göre oldukça farklıdır zira onların özel ilgi ve korumaya ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyacın temel nedeni aslında tamamen evrimsel bir geçmişi içinde barındırır. Yuval Noah Harari’nin Sapiens adlı kitabının ilk bölümünde bahsettiği gibi insanoğlu vahşi dünyanın zor koşullarında hayatta kalabilmek için bir yandan bacaklarıyla hareket etmek diğer yandan da taş vs. atarak kendini korumak için iki ayağının üstünde dik durabilmeyi kendinde sonradan geliştirmiştir. Dik durabilmek insan anatomisine aykırı olduğu için bazı dezavantajları da beraberinde getirdi. Kadınların kalçaları ve dolayısıyla doğum kanalları dik durabilmeyi başarmak için daraldı ve doğum onlar için oldukça zorlaştı. O yüzden sadece erken doğum yapabilen kadınlar hayatta kalma şansına sahip olabildi çünkü doğum yaparken bebeğin kafası o kadar büyümüş olmadığından rahatlıkla doğum kanallarından dışarı çıkabiliyordu. Zamanla insanlar bu durumu biyolojik olarak da kabullenerek diğer hayvanlara kıyasla daha erken doğum yapar hale geldiler. Hayati sistemleri tam gelişmemişken doğurulan insan yavruları bunun bedelini diğer hayvanlara göre çok daha uzun süre büyüklerine bağımlı biçimde yaşamak zorunda kalarak ödemeye başladılar. Bu bedelin küreselleşen dünyada giderek daha da ağırlaştığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Çocukların bu hassas durumları ilk defa 1989 yılında hukuken bağlayıcılığı olan bir metinde - Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde[3](ÇHS) yerini bulmuştur. ÇHS’de çocukların açlıktan, ihmalden ve suiistimalden uzaklaştırılarak kendi potansiyellerini en yüksek düzeye çıkaracak araçlarla donatılması gerekliliğinin altı çizilerek, çocukları kendi yaşlarına uygun hak ve sorumlulukları olan bir birey ve hem ailenin hem de toplumun ayrı bir üyesi olarak tanımlamıştır.Çocukların çalışması da onların sosyal bir hakkı olarak değerlendirilmelidir. Çocukların çalışma hakkı bir yandan çocukları bir birey olarak gören ÇHS’de temelini bulurken başkaca uluslararası hukuk metinlerde de öngörüldüğü üzere çocukların esenliği için çocuğa özel ilgi gösterme gerekliliği çocukların çalışma alan ve koşulları açısından dikkate alınmak zorundadır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) çocuk işçiliğinin tanımını yapmadan önce çocukların yaptıkları işler arasında bir ayrıma giderek aile işletmesinde belirli işler yapmayı, okul saatleri dışında ve tatillerde cep harçlığı sağlayacak kimi işleri çocukların gelişimine ve ailelerin durumuna katkıda bulunmasını, çocuklara çeşitli beceri ve deneyimler kazandırması ve yetişkinlik dönemlerinde toplumun üretken üyeleri olmaya hazırlamasından ötürü olumlu kategoriye koymaktadır[4]. Bu kategori için de her bir devletin iç hukukunda ülkenin kendi sosyal, kültürel ve ekonomik koşulları gözetilerek çocukların çalışma esas ve usulleri uluslararası standartlara uygun şekilde düzenlemesi beklenir (örneğin, asgari çalışma yaşı)[5]. Olumsuz anlamda çocuk işçiliği ise çoğu kez çocukları çocukluklarını yaşamaktan alıkoyan, potansiyellerini ve saygınlıklarını eksilten, fiziksel ve zihinsel gelişimleri açısından zararlı işler olarak tanımlanmaktadır.ILO’nun temel haklara ilişkin sekiz sözleşmesinden biri olan 1999 tarihli 182 No’lu En Kötü Biçimlerdeki Çocuk İşçiliği Sözleşmesi gibi benzeri hukuki araçlarla amaçlanan aslında savunmasız ve korunma gereksinimi içinde bulunan insan yavrusunun ciddi tehlikelerden korunması, köleleştirilmesinin önlenmesi, erişkine göre çok daha zayıf olan vücudunun hastalıklardan ve suiistimalden korunarak zihinsel-fiziksel-ahlaki gelişiminin olağan koşullarda sağlanabilmesidir. Kulağa oldukça basit bir süreç gibi gelse de modern dünyada kötüye kullanılan çocuk işçiliğinin önüne geçmek bir türlü mümkün olamamıştır. Güçlü zayıfı kullanmış, insan hakları bakımından yaratılmaya çalışılan eşitlik olgusunun aktüel hayata yansıması hep defolu olagelmiştir. Bu bağlamda oyuncaklarıyla oynaması gereken çocuklar ile onların emekleri ve kalıtımsal kırılganlıkları suiistimal edilerek neoliberal politikaların oyuncağı haline getirilmiştir.
Bugün dünyada neoliberal sistemin en önemli aktörlerini ise hiç şüphesiz çokuluslu şirketler oluşturmaktadır. Günümüzde şirketlerin, özellikle de uluslararası işletme olarak faaliyet gösterdikleri küresel seviyede giderek artan bir güce sahip oldukları hatta birçok ülkenin gayrisafi millî hasılasının çok daha üstünde seyreden ciroları olduğu gözlemlenmektedir. Bu şirketler faaliyette bulundukları ülkelerde vergi vererek, iş olanağı yaratarak veya teknolojinin gelişmesini sağlama gibi konularda topluma olumlu katkılarda bulunurken zaman zaman sosyal ve çevresel açıdan olumsuz sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Bazı çokuluslu şirketlerin global tedarik zincirlerinde çalışanlarına kötü muamele ettiği (ücret, çalışma koşulları vb.); bazılarının çok ciddi çevre kirliliğine sebep olduğu; veya faaliyette bulunduğu ülkenin yönetimiyle birlikte (veya içinde) çalışarak ciddi boyutlarda insan hakları ihlallerine sebebiyet verdikleri (Nazi Almanya’sı dahil bugün bir dizin otoriter ve baskıcı ülkede olduğu gibi) gözlemlenmiştir.Bu tip olumsuz etkilerin önüne geçebilmek ve şirketlerin insan hakları alanında yarattıkları etkinin tespiti ve giderimi için uluslararası anlamda birçok girişimde bulunulmuşsa da bugün bu alandaki en önemli normatif metinlerden biri 2011 yıllında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nce oybirliğiyle kabul edilen İş Dünyası ve İnsan Hakları hakkında Rehber İlkeler’dir (Rehber İlkeler). Rehber İlkeler devletlerin koruma sorumluluğu, şirketlerin özenli davranma ve insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu ile insan hakları ihlalleri mağdurlarının zararlarının giderilmesi üzerine üç bağımsız hak-temelli ilke üzerine oturmaktadır. Bu metnin oybirliğiyle kabul edilmiş olması küresel ısınma gibi konularda uluslararası toplumda yaşanılmakta olan sıkıntıların aksine devletlerin Rehber İlkeleri kabulü ve iç hukuklarında uygulamaya geçirmelerini hızlandırdığı gözlemlenmektedir. Örneğin, İngiltere 2013 yılında Şirketler Kanunu’nu (UK Companies Act) değiştirerek borsaya kayıtlı şirketlerin insan hakları konularını raporlamaları zorunluluğu getirirken Avrupa Parlamentosu 2014 yılında geçirdiği direktifiyle 6.000 adet büyük ölçekli halka açık şirkete insan hakları performanslarını raporlama zorunluluğu getirmiştir[6].İş dünyasının sahip olduğu potansiyel ve olanaklarının koşulları iyiye doğru dönüştürücü bir gücü de mevcuttur. Şirketler, insan hayatını daha katlanılabilir, daha zevkli ve daha tatmin edici kılan araçların temini açısından çok önemli bir rolde üstlenmektedir zira iş dünyasının toplum için yarattığı iş olanakları ve çalışanlarına verdiği maaşlar bugün birçok bireyin insan onuruna yaraşır bir hayat sürdürmesini sağlayan kilit unsurlardan biridir.Ne yazık ki günümüzde şirketlerin faaliyetlerin doğan olumsuz etkileri gidermek için yürüttüğü kurumsal sorumluluk projelerinin bir çoğu insan hakları-temelli bir yaklaşım sergilemekten uzak, daha ziyade risk hafifletmek üzere geliştirilmiş sınırlı çalışmalar olarak kalması yaşanan insan hakları ihlallerin sadece geçici bir süreliğine giderilebilmesine neden olmuştur. Oysa Rehber İlkeler’de de benimsenen insan hakları-temelli yaklaşım bir yandan uluslararası hukuk tarafından kurulan hak ve yükümlülükler sistemi içinde kalkınma süreç ve politikaları kendilerine dayanak alır, diğer yandan insanların – özellikle de marjinalleşen kesimin – kendilerini güçlendirilerek politika oluşumuna katılımlarını sağlamaya yönelir ve aslında en genel anlamda kalkınma seyrine ket vuran ayrımcı pratikler ile adil olmayan güç dağılımının sonucu ortaya çıkan eşitsizlikleri analiz ve çözümleme arayışına girer. Bu yaklaşımın benimsenmesi kalkınmayı sürdürülebilir kılacaktır ve sürdürülebilen bir kalkınma bireyleri olduğu kadar devlet ve şirketlerin de işine yarayacaktır[7].
Bu çerçevede, Panorama adlı programda ekrana gelen çocuk işçiliği meselesini (Türk veya Suriye uyruklu olmasına bakılmaksızın) iş dünyası pratikleri göz önünde tutularak değerlendirilmelidir. Çünkü çocuk işçiliği din, dil, ırk, cinsiyet gibi kategorilere ayrılamayacak kadar müstakil bir sorundur zira yukarıda da değinildiği üzere çocuk, çocuk olmasından kaynaklı “özel”dir ve bu özelliği onu farklı kılarken özenli bir yaklaşım gerektirir. Bu süreçte devlet kurumları ile iş dünyasının sivil toplum kuruluşları, akademi ve sektörel toplulukların desteğini alarak insan hakları-temelli bir yaklaşımla ortak bir hareket planı hazırlayıp birlikte yürütmeleri olumsuz çocuk işçiliğinin önüne geçebilmek için şart gözükmektedir.                                             Diğer notlar ve öneriler: ILO verilerine göre 2012 tarihi itibariyle dünyada 168 milyon çocuk, işçi konumundadır[8]. TÜİK verilerine göre Türkiye’de ise 2015 sonu itibariyle nüfusun %29’unu oluşturan çocukların 15-17 yaş grubunda olanlarının işgücüne katılım oranı toplam nüfusun %21’ini oluşturmaktadır[9]. Bu bağlamda: (1) geniş kapsamlı çocuk işçiliği konusunda güncel resmi veriler sağlanmalıdır zira referans verilen 2015 yılına ait TÜİK verileri 4857 sayılı İş Kanunu 71. Maddesinde belirtilen 15 yaşını doldurmamış çocukların çalışma yasağı göz önünde tutularak sadece 15-17 yaş aralığında yer alan çocuklara ilişkin olup 15 yaş altı Türk uyruklu çocuk işleri kapsamamaktadır; ve (2) Suriye’de iç savaşın çıkmasıyla 2011 yılından itibaren Türkiye’ye gelen sayıları 1.5 milyonu[10] geçen 18 yaş altı tüm Suriyeli çocukların yüzde kaçının çalıştığının resmi merciiler tarafından ortaya konulması çocuk işçiliğiyle mücadeleyi kolaylaştıracaktır.
[1] İstanbul Bilgi Üniversitesi kamu hukuku doktora öğrencisi

[2] Bu yazı kapsamında çocuk tanımı bakımından 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 6/1-c maddesinde yapılan “18 yaşını doldurmamış kişi çocuktur” ifadesi referans alınmıştır.
[3] Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş metin 1990 yılında yürürlüğe girmiştir. Türkiye sözleşmenin tarafıdır.
[5] Bknz. Türkiye’nin 6 Haziran 1973 tarihinde kabul ve 23 Ocak 1998 tarihinde onayladığı ILO 138 No’lu İstihdama Kabulde Asgari Yaş Haddi Sözleşmesi.
[6] İstanbul Borsa’da “Sürdürülebilirlik Endeksi’ni” oluşturmuş olsa da bu endeksin Rehber İlkeler’den bağımsız bir süreci olduğunu belirtmek doğru olacaktır.

2 Kasım 2016 Çarşamba

Hasta Hakları Günü

Kaynak: http://www.haberturk.com/yerel-haberler/haber/9836994-hasta-haklari-gunu

Hasta Hakları Günü

26 Ekim 2016 Çarşamba, 09:4
  • 26 Ekim Hasta Hakları Günü dolayısıyla yaptığı yazılı açıklamada, hasta haklarının, temel insan haklarının sağlık hizmetleri sahasındaki yansıması olan insan haysiyetine yakışır bir şekilde, herkesin hasta haklarından faydalanabilmesi, hak ihlallerinden korunabilmesi ve gerektiğinde hukuki korunma yollarını fiilen kullanabilmesi için hazırlanmış ulusal bir metin olduğunu ifade etti.
  • Bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hali içinde yaşama hakkının, en temel insan hakkı olduğunu ve hizmetin her safhasında daima göz önünde bulundurulduğunu vurgulayan Hamzaoğlu, sağlık hizmeti verilirken hastaların ırk, dil, din, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, ekonomik ve sosyal durum farklılıklarının dikkate alınmadığını ifade etti.
  •  sağlık hizmetlerinin, herkesin kolayca ulaşabileceği şekilde planlanıp düzenlendiğine dikkati çekerek, şöyle devam etti:
  • "Tıbbi zorunluluklar ve kanunlarda yazılı haller dışında, rızası olmaksızın kişinin vücut bütünlüğüne ve diğer kişilik haklarına dokunulamaz. Kişi, rızası ve Bakanlığın izni olmaksızın tıbbi araştırmalara tabi tutulmaz, kanun ile müsaade edilen haller ile tıbbi zorunluluklar dışında, hastanın özel hayatının ve aile hayatının gizliliği esastır. Hasta, adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde sağlıklı yaşamanın teşvik edilmesine yönelik faaliyetler ve koruyucu sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere, sağlık hizmetlerinden ihtiyaçlarına uygun olarak faydalanma hakkına sahiptir. Bu hak, sağlık hizmeti veren bütün kurum ve kuruluşlar ile sağlık hizmetinde görev alan personelin adalet ve hakkaniyet ilkelerine uygun hizmet verme yükümlülüklerini de içerir."
  • Hastanın, bilgi isteme, sağlık kuruluşunu seçme ve değiştirme, personeli tanıma, tedaviyi reddetme ve durdurma, güvenliğinin sağlanması, dini vecibelerini yerine getirme gibi hizmetlerden faydalanma haklarına sahip olduğunu da aktaran Hamzaoğlu, insani değerlere saygı gösterilmesi, ziyaret edilme ve refakatçi bulundurma haklarının da bulunduğuna işaret etti.
  • Hasta ve hasta ile ilgili bilgilerin ihlali halinde, hastanın şikayet etme hakkına sahip olduğunu belirten Hamzaoğlu, bunun için sağlık hizmetinin en uç noktasında Hasta İletişim Birimleri ve bu birimlerle koordineli çalışan Hasta Hakları Kurullarının kurulduğunu anımsattı.


Haymatloz


  • http://www.aydinlik.com.tr/haymatloz-turkiyede-surgun-gosterime-girdi



insan hakları belgeseli-temel haklar




nefret suçu


http://www.hurriyet.com.tr/ilk-kez-nefret-suclari-tanimlandi-40265961